Hamsi balığı oltaya gelmez!..


Cahit Çelik 


Asıl miras yanlıştadır. Olayı olguyu biçimi rengi çizgiyi gerçeği açığa çıkarmak yetmez. Onlar zaten bir yerde var. Acı gerçek birgün kendiliğinden açığa çıkar. Marifet, eğriden doğru çıkarabilmektir. Doğru olan, geçmişin olumlu ve olumsuz yanlarını özünü özetini içeriğini biçimini olduğu gibi görebilmektir. Aynı yanlışı bir daha yapmak istemiyorsan, yapılmış yanlıştan ders çıkaracaksın. Yaptığın yaşadığın her şeyi, olduğu gibi ortaya koyacaksın. Böyle yapmayanlar, Yüksel Eriş’in arkadaşı yoldaşı olamazlar.

Yüksel’le tanışmamızdan iki hafta sonra, 12 Mart’tan az önce, Fatsa’ya gittim. Terzi Fikri’den Ertan’ın yerini öğrendim. Ertan’ı Köy Derneği’nde buldum. Sobayı yakmıştı. Çayı demlemişti. Radyoyu açmıştı. Tek başınaydı. Beni görünce gülümsedi. “Hemen bir çay al!..” dedi. Çayı aldım. Sobanın yanında oturduk. Ertan başladı fotoğraf yırtmaya. Her fotoğrafa tek tek baktı. Yırttığı fotoğrafları sobada yaktı. Merak ettiğimi görünce, “Oligarşiyle vuruşacağız. Az vuracağız, çok kaçacağız. Kaçarken belge bilgi fotoğraf bırakmayacağız. Oligarşinin işini, her bakımdan zorlaştıracağız!..” dedi. Fotoğraf yırtma yakma işi bitince geçtik masanın başına. Ertan masayı iki kenarından tuttu. “Masayı tek başına tutup kaldırmak, büyük eylemdir!..” dedi. Masayı bıraktı, masanın üzerindeki küllüğü tuttu kaldırdı. “Kafa kafaya vermiş üç kişi, şu küllüğü birlikte kaldırırsa, bu daha büyük bir eylemdir. Belirleyici olan, eylemin niceliği değil, niteliğidir!..” diye devam etti.

İktidara gelmek için veya iktidarda kalmak için yapılan herşey siyasettir. İktidara gelmek veya iktidarda kalmak, ancak başkalarıyla birlikte olur. Hiç kimse iktidara tek başına gelemez veya iktidarda tek başına kalamaz. Bu bakımdan, tek başına yapılmış hiçbir şey siyaset sayılmaz. Tek başına yapılan işler, eğri doğru yanlış olur, siyaset olmaz. İktidarı eleştirmek, iktidar mücadelesinin parçası değilse, hoşnutsuzluk belirtisi olmaktan öte anlam taşımaz. Öncüsü omurgası amacı yoksa, bağıran çağıran milyonların kimseye yararı zararı olmaz. Devrimciler, önce niteliğe bakar, niceliği öne çıkartmaz. Sayı ile kaliteyi birbirine karıştırmaz.

Kendisi bir grupçuk olmadan grupçu tavır geliştirenler, iletişim etkileşim seçeneğini yok edenler, aymazlık bağnazlık yobazlık yarışına girdiler ve “ekonomizm” bataklığına battılar. “Ekonomizm” bir politik tavır alıştır. Ekonomik hareketin kendisini, politik hareket düzeyine çıkarma çabasıdır. Öncünün yapacağı işleri artçının üzerine yıkmaktır. Öncü ile artçı arasındaki farkı ortadan kaldırmaktır. Bu fark yok edilirse, hiç kimse kimseye öncülük yapamaz. Örgütsel yapı pelteleşmekten kurtulamaz. Pelteleşmiş yapılar, ekonomik istemde bile bulunamaz. İşte o yüzden, Yüksel Eriş öğretmen mücadelesinin içinde, pelteleşmiş kuru kalabalık olmayı değil, dik durabilen öncü azlık olmayı seçti.

Devrim yapmak için 1960’lı yıllarda yola çıkanlar, Öner Yağcı’nın deyişiyle “kayıp ve kahraman bir kuşak” yarattılar. Eksiği yanlışı ne olursa olsun, devrim yolunda can verenler, özgürlük ve bağımsızlık için, umut ışığı oldular. Kalanlar kaytardı demeye dilim varmıyor, kaytarmaktan daha beterini yaptılar. Onun bunun yabancının kedisi köpeği aslanı kaplanı koçu kuzusu atı iti eşşeği oldular. Kendi yoldaşlarını öldürdüler. Malı marabayı götürdüler.

Eli kanlı hain hırsız arsız yüzsüz casus cici çocuklar için, bütün kapılar kendiliğinden açıldı. Yurdunu yurttaşını “soykırım” yapmakla suçlayan, yemlenmiş döllenmiş hainler hırsızlar arsızlar edepsizler zirgiller zibidiler çoğaldı. Bar bar bağırdılar, Amerikan Elçisi’nin kuyruğunda!..

Ailesi isyana karıştığı için, Siirt’ten Dinar’a sürgün edilmiş bir Kürt Gani vardı. Lokantacılık yapardı. Güleryüzlü sevimli incecik biriydi. Devrimciydi. Herkese yardım ederdi. Bana da çok yardım etti. Fırıncı Kemal’le birlikte Dinar’da Türkiye İşçi Partisi yöneticiliği yaptığını ve Arap olduğunu öğrendim. “Sana niçin Kürt Gani diyorlar?..” diye sordum. “Bu millet Kürtler’i seviyor. Beni de sevdiler. Sevdikleri için, Kürt Gani dediler, Arap Gani demediler!..” dedi. Şaşırdım kaldım.

Kürt Gani’nin lokantasında bazen akşamcılarla birlikte aynı masada yemek yerdim. Yemek sırasında kendiliğinden bir sohbet ortamı oluşurdu. Akşamcıların rakı ikramını kabul ederdim. Sohbet sırasında, Dinar’la ilgili gelmiş geçmiş veya güncel bilgileri kaynağından öğrenirdim. Kürt Gani de sohbetlere katılırdı ve “Dinar bu yörenin en güzel yeridir. İnsanı da suyu gibi temizdir. Dahasını bilmem,  sosyalizm iyidir!..” diye açıklama yapardı.

Yüksel Eriş bir gelişinde beni Kürt Gani’nin lokantasında iki kişi ile birlikte rakı içerken gördü. İkinci gelişinde, yine aynı masada yemek yiyordum ve yanımda iki kişi daha vardı. Yüksel gözlerini rakı bardaklarına dikti, gülümsedi. Üçüncü gelişinde, yine aynı masada yemek yerken buldu beni, ama bu defa yanımda kimse yoktu. Yüksel daha oturur oturmaz, Kürt Gani hemen masayı donattı. İki bardak da rakı getirdi. Yüksel yine gülümsedi ve “Duble duble rakılar!..” diyerek iğneyi batırdı.

“Varsın olsun, iki dubleden ne çıkar!..” dedim.

“Alkolik olduğun çıkar!..” dedi.

Başkası olsaydı, “Kedi sirke içmez!..” derdim ve rakıyı ayran gibi içerdim. Kızdığımı anlamazsa, onun da rakısını aynı şekilde içerdim. Sarhoş oldum, ayyaş oldum, gel seni öpeyim, derdim. Öptükten sonra, “Bir daha yanıma gelme, haydi güle güle!..” deyip kapıyı gösterirdim. Yine de canım daraldı. Kürt Gani olayı hemen kavradı. Geldi bize katıldı. “Şarabın tanrısı var, rakının tanrısı yok!..” dedi. Yüksel’in hoşuna gitti. “Merhaba!..” dediler. Yüksel’in tanıdığı ilk Arap, işte bu Kürt Gani’dir.

Yüksel’le Kürt Gani muhabbeti ilerlettiler. Türk Kürt Arap farketmez, önce insan olacaksın, dediler. Türkiye’de Türk Kürt ayrışması olursa yenilgi kaçınılmazdır, diye noktayı koydular. Emperyalizmin “böl ve yönet” taktiğini anlamaya çalıştılar. Ben de tartışmaya katıldım, “Türk ve Kürt devrimciler ayrışırsa, Türklük Kürtlük yanımız öne çıkar, yanılgı yenilgi kaçınılmaz olur, dedim. Kabul ettiler. Böylece, görüş birliğine vardık.

Demek oluyor ki, Yüksel Eriş uyarı öneri eleştiri yaparken çalıyı dolanmazdı, söyleyeceğini açıkça söylerdi. Yapmayacağı şeyler için kimseye söz vermezdi. Söz verdiyse, dakika geciktirmeden gereğini yapardı. Yalandan dolandan hoşlanmazdı. Yanlış yapanı sokağa, yalan söyleyeni çöplüğe atardı. Hiç kimseye “nazikçe” veya “üstü örtülü” öneri yapmazdı. “Yaptı!..” diyenler, yalan söylüyor. Yüksel’in nazikçe veya üstü örtülü “Hatay Kurtuluş Ordusu” önerisi yaptığı iddiası, kuyruklu yalan olmaktan öte anlam taşımıyor. 

Mihrac “İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Ancak anladık ki Yüksel yoldaş Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu, Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir davasının olduğunu bilince çıkartmıştı!..” diye yazmış.

Yüksel “Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahip”miş ve bu konuyu “bilince çıkartmış”, amma ve lakin “ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu” durumunda takılmış kalmış!..

İkinci söylem daha ilginçtir. “Şahsen tanıma imkânı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım.   12 Mart’tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi.” [Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması - 1986]

Apo’nun Yüksel’le ilgili olarak söylediği bu sözün peşindeydim. Engin Erkiner, Yüksel’in Apo’yla görüşmediğini yazdı. Apo’yla benim görüştüğüm kesinlik kazandı. Apo’nun Yüksel’le beni karıştırması, Fehmi Yılmaz’dan kaynaklanıyor olmalı. Yüksel’in Fehmi’yi evden attığını Apo bildiği için, Fehmi beni kısaca “Yüksel'in arkadaşı!..” diye tanıtmıştır. Zaman içinde “arkadaşı” unutulup Yüksel adı ortada kalmıştır. 1986’da Ankara’da yapılan tartışma gündeme gelince Mihrac “O konuşmayı Yüksel Eriş yaptı!..” demiştir ve böylece Yüksel adı ortaya çıkmıştır. Apo da buna göre bir değerlendirme yapmıştır. 

Sözü edilen tartışma çayırda çimende parkta bahçede okulda yurtta değil, Apo'nun ve dört Apocu’nun birlikte kaldığı evde yapıldı. Fehmi’yle birlikte gittiğim için evin bulunduğu yerle ilgilenmedim. Doğrusunu söylemek gerekirse, o kadar dağınık bir ev daha görmedim. Ama nereden bulduklarını bilmiyorum, o gece benimle birlikte gelen delege öğretmen arkadaşım ve eşi için temiz çarşaf çıkardılar. Misafirlerim uyuduktan sonra, Apo geldi. Apo ile birlikte ayrı bir odaya çekildik ve sabaha kadar tartıştık. Söylediğim önerdiğim her şeye karşı çıktı, ama karşı çıktığı şeyleri az sonra başka biçimde tekrar etti. Apo beni ikna etmek için çok istekliydi. O yüzden tartışmayı sohbete çevirdik. Tartışma sohbet biçiminde devam ettirdiği için, bir de beni kendi dişine göre bulduğu için, sabahı tez getirdik.

Zaten ne konuştuğumuzun önemi yoktu. Önemli olan, konuşmaların nasıl algılandığıdır. O geceki tartışmanın özünü özetini, Apo açıkça ifade etmiştir. 2010 yılının yaz aylarında bu bilginin ortaya çıkması, bazıları için övünç veya utanç kaynağı olabilir. Ama benim için öyle değildir. Tartışma 1975’in yaz aylarında yapılmıştır ve o tarihte PKK adı bile ortada yoktur. 

Apo'nun Yüksel Eriş diye hatırladığı kişi, benim. Söz konusu tartışmanın özünü özetini, “Şimdi biz ne yapmış olduk?..” başlıklı yazının bir yerinde yazdım. Apo’nun bende “son derece enternasyonalist bir öz” gördüğü doğrudur. O tartışmada ben de Apo’da “nasyonalist öz” görmüştüm, bunun da doğru olduğu ortaya çıktı. Ayrıca belirtmek gerekirse, Apo benimle değil de Yüksel’le görüşmüş olsaydı, tartışma yarım saatte biterdi, ama diğer şeyler değişmezdi. Aynı “enternasyonalist özü” Yüksel’de daha net görebilirdi.

Başbaşa yaptığmız o tartışma Apo’yu çok etkilemiş ki, açıklama yapıyor. Apo’yu o ölçüde etkileyebilmek için ANT okuyucusu olmak gerekirdi. ANT dergisinin ilk sayısından son sayısına kadar hepsini okudum. ANT dergisinin üç özelliği vardı. Birinci özellik, sosyalist devrimci olmasıydı. İkinci özellik, Kürt sorunu ile ilgili belgeye bilgiye dayalı yayın yapmasıydı. Üçüncü özellik, TİP’in kemiksiz yapısına karşı yayın yapmasıydı. İşte bu üç özelliğin izleri bugün bile bende vardır. ANT dergisi yayın hayatından çekildiğinde, Yüksel piyasada yoktu. Eski dergileri okumuş özümsemiş olsa bile, bu yetmezdi.

Yüksel'in son beş saatini aydınlatmak, oldukça zor. Ama daha zor olan, “Yüksel öldü mü, öldürüldü mü?..” sorusunu sormaktı. Ben bu zor soruyu sordum. Çitil çocukların en önemli özelliği soru sormaktır. Sorarak dünyayı ve olayları kavramaktır. İnsanoğlu sorduğu sorunun yanıtını bulur. 

Patlama gece yarısına doğru olmuş. Yüksel hastaneye yaralı götürülmüş. Beş saat sonra, sabaha karşı ölmüş. Başında bekleyen ve sürekli ağlayan bir kız varmış. Yüksel’in öldüğünü anlar anlamaz kız ortadan kaybolmuş. Yüksel hastaneye götürülür götürülmez gerekli müdahale yaplmamış mı? Acil Servis yok muymuş? Şurada yatsın sabahleyin bakarız mı demişler? Güvenlikçiler ne yapmış? Soru çok, cevap yok. Benim tahminim, patlamadan sonra Yüksel’e öldürücü bir şey yapıldığıdır. Belki yanılıyorum, ama içimde hep böyle bir kuşku var.

Patlama ile Yüksel’in ölümü arasında beş saat var. Bu beş saat içinde, Hastane’de ne olduğunu bilmiyorum. Yener’in suskunluğundan işin içinde iş olduğunu çıkarıyorum. Mihrac ile Yener arasındaki muhabbetin kaynağını araştırıyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Bulamayınca da kuşkulanıyorum, Mihrac’a yürü ya kulum diyenler, Yener’e sen sus lan demiş olabilir mi? Yüksel’in ölmesi veya öldürülmesi, Mihrac’ın önündeki en önemli engeli ortadan kaldırmış olabilir mi?

Yüksel’in “Hatay Kurtuluş Ordusu” önerisi veya Mihrac’ın bu konudaki teklifi bu günlerde yeniden kafamı kurcalamaya başladı. Bu bir film senaryosu olsaydı ve dizinin devamını benim yazmam istenseydi, yazacaklarım bellidir. TDAS’ı kimin yazdığı sorusundan başlayalım. TDAS’ı Yüksel’in yazdığı ve buradan Acilciler'in “esas lideri” belli olduğuna göre, Hatay’ın “ayrı varlık” olduğu konusunu gündeme getirmek için, yapılacak iş kendini göstermiştir. Yüksel’i yedeklemenin olanaksız olduğu daha ilk adımda ortaya çıkmıştır. Öyle ise, Yüksel Eriş özene bezene kurduğu ve ilmik ilmik dokuduğu örgütü Mihrac Ural’a bırakmak için gereğini yapmalıdır. Mihrac'ın yolunu açmalıdır. Bu açılım iyilik yoluyla olmazsa başka yollar denenmelidir.

Sızabildiğin kadar sızacaksın ve kazanmak için sürekli fırsat arayacaksın. Her türlü gelişmeye karşı hazırlıklı olacaksın. Hiç beklenmedik bir anda Yüksel oyunun dışında kalırsa, kapıların “kendiliğinden” açılacağını akıldan çıkarmayacaksın. Bomba patladı, Yener'in iki eli birden koptu, Yüksel de bir parmaktan tırnaktan oldu, her taraf kan içinde. Yüksel hastaneye ulaştı, saat gece yarısından az önce. Hastane’de hemen acil müdahale yapılmıştır ve müdahale başarılı olduğu için hastaneden ayrılmıştır. Bıçaklanarak hastaneye bırakılmıştır.

Yüksel ölene kadar başucunda sürekli ağlayan bir kız varmış. Yüksel ölür ölmez kız ortadan kaybolmuş. Bu kızın varlığına rağmen Yüksel beş saat içinde Yüksel örgüt liderliğini bırakıp gitmiş ve Acilciler’in yeni lideri Mihrac Ural olmuş. Örgütü üç kişi kurmuştu. İlker öldü, Yüksel öldü, Engin kaldı. Engin’in de işi altı ay sonra operasyon yedi. Daha sonra, Acilciler örgütü dağıtıldı ve militanlar evcilleştirildi. Mutlu Son - Finito!..

Ben bu senaryoyu yazdıktan sonra, İrfan Dayıoğlu’nun da bir senaryo yazdığını öğrendim. Özünü özetini öne çıkarmak için ayrıntıları attım.

İrfan Dayıoğlu diyor ki, “Birinci senaryo şu olabilir: 26 Ocak 1976’da İlkerler öldürülür. Yüksel ve Ömür ölür. Rıza cezaevine düşer. Engin tek kalmıştır. Engin ile bir türlü ilişkiye geçilir. Hatay’a çağrılır, silah dinamit verilir ve takip başlar. Birkaç aylık takipten sonra 1977 Ağustos operasyonu ile örgüt büyük bir darbe alır ve bölgedeki tüm eylem kadroları ve yedek eylem kadroları yakalanır. Takipler fotoğraflandığı için Engin birçok şeyi ifadesinde kabul etmek zorunda kalır. Türk basını Engin’in her şeyi bir bir açıkladığını ve örgütü ele verdiğini yazar. Hürriyet Milliyet Günaydın gazeteleri ‘Devrimciler yalan söylemez dedi ve her şeyi bir bir açıkladı!..’ diye başlık atar. Engin’in ifadesinde, açıklanan yeni bir şey yoktu, polisin önceden bildiği eylemlerin ve ilişkilerin kabullenilmesi vardı.

Ancak sen o dönemde “Aslında bu ifadesiyle Engin liderimiz olmayı hak etmiyor ama, örgütün genel çıkarları için şu an susmamız gerekiyor!..” demekteydin. Bu ince propaganda ile sen aslında kendine yol açıyordun. Kimbilir belki de birileri başından beri senin için yolları temizliyordu. Gittiğin her bölgede, geçmişte Rıza ve Engin’e bağlı olarak tanıdığın hiçbir yoldaş ile ilişkiye girmedin. İstanbul Sorumlusu olarak A.Fuat’ı atamıştın. Kendini de artık yavaş yavaş lider görüyordun. Engin’i  Rıza’yı sorduğumuzda, ‘görüşüldüğünü, aslında emirleri onlardan aldığını’ ima ediyordun. 

İşte senin Genel Sekreter’lik koltuğuna oturmanın yolları böyle bir bir temizlendi ve bu senaryo seni hapishaneden kaçırıp Suriye’ye kadar götürdü. Engin Suriye’ye gelince senaryoyu sürdürebilmek için onun oradan gitmesi gerekiyordu. Engin’i rahatsız ederek Avrupa’ya çıkmasını sağladın. Ardından bir toplantı ile kendini Genel sekreter ilan ettin. Seni sekreter ilan edenlerin geçmişlerinde Acilcilik yoktur. Senin liderliğine itiraz eden Müntecep “kaza” (!) kurşunu ile öldü. Günay seni terk ederek ülkeye döndü. A.Fuat’ın eşi seninle kavga ederek Türkiye’ye döndü ve kısa sürede yakalandı. Kim sana tavır aldıyba bir bir tasfiye edildi. İşte senaryo bu, sen başından beri bu senaryoya göre örgüt içine girmiş bir sızmasın.”


(Senaryo yazımı yaparken, örgüt içi ticareti gözden kaçırmışız. Engin Erkiner düzeltme yazısı gönderdi. “Adam olacak çocuk örgüt içi ticaretten belli olur!..” dedi. “Mihrac Engin’i Antakya’ya çağırdı, dinamit ve silah verdi ve oradan da Engin takibe alındı diyorsun ya... Mihrac bana silah ve dinamit vermedi, sattı. Yaklaşık 70.000.- TL verdim. O yıllarda bu büyük paraydı. Dinamitler kısa süre önce Antakya civarında bir depodan çalınmış. Mihrac benden aldığı bu parayla, denildiğine göre, bir yıl önce düğünü yapılan Mihriban’ın borçalarını ödemiş. Bunu o zaman bilmiyordum. Bilseydim, Mihrac Ural’ın kıçına öyle bir tekme vururdum ki, tekmenin sesini bütün Akdeniz duyardı!..” diye düzeltti.)

Bu iki senaryonun özünü özetini doğrulamak için olsa gerek, Mihrac Ural  “178. Dosya”da “Dördüncü yalan, …” başlığı altında, Engin Erkiner “Örgütsel hiçbir bilgiye sahip değildi ve onunla bu sırlar paylaşılmazdı!..” diye yazmış. Günay Karaca’yı da kendine suç ortağı yapmış.


Günay Karaca’nın 12.12.1979 günü saat 18.00’da siyasi polise verdiği kişi benim. Günay Karaca’ya Selimiye’de dünyayı dar eden kişi benim. “Günay Karaca son nefesine kadar Mihrac’ın uzantısıydı!..” diyen kişi de benim. İşte bu yüzden, Günay ile ilgili söz söyleme hakkım var. Dahası, Günay’ı hain hırsız arsız edepsiz katil casus pislik takımına karşı savunma görevim var. Eksiği yanlışı niyeti yaptığı ne olursa olsun, Günay bu toprağın çocuğudur ve öyle kalacaktır. Yurduna yurttaşına karşı casusluk yapan “ayrı varlık”ların suç ortağı olmadı, olmayacaktır. Bildiğimi gördüğümü gerçeği yazmak zorundayım. Günay öldü diye, gerçeği gizleyecek değiştirecek değilim.

Günay Karaca o kadar masum olmayabilir. Günay’ın Selimiye’de yaptığı anlatıma göre, 12.12.1979 günü saat 15.30 civarında telefonla “Kayseri’de operasyon başladı, Ayhan Yavuz’un çatışmada öldü, başınızın çaresine bakın!..” diye haber gelmiş. Bu bilgiyi Günay’a Ayhan Yavuz’la birlikte çatışmaya katılan ve çatışma alanı dışına çıkmayı başaran Alim Turan vermiş. Haber kötü, ortada ölü ve yaralı var, operasyon İstanbul’a ulaşacak gibi gözüküyor. Buna rağmen Günay, önce banyo yapıyor, sonra kantinde kahve içiyor. O sırada, Günay’ı alacak ekip elemanları kantine geliyor ve tesadüfen Günay’a Günay’ı soruyor. Saklayacak atlatacak kaçacak değil ya, “Aradığınız kişi benim!..” diyor. Hep birlikte Günay’ın odasına çıkılıyor, dolap aranıyor. Dolapdan, elli sekiz bin lira para ve birçok belge bilgi çıkıyor. Gayrettepe’ye getirilir getirilmez, “Örgütün en büyüğü benim!..” diyor. Kayseri Bölge Sorumlusu olduğunu ve İstanbul’un sorumluluğunu Haydar Yılmaz’la paylaştığını söylüyor. Haydar’ı yakalatmak için, tanıdık bildik eş dost ziyareti yapıyor. İşte bu ziyaretlerin ilk durağı ben oluyorum.

12.12.1979 günü saat 18.00’de evime geldiğimde polis kuşatmasını ve polis aracının içinde başını öne eğmiş vaziyette Günay Karaca’yı görüyorum. İkinci durak, Hasan Yalçın’ın oto galerisi, galeriye karakol kuruyorlar. Bir eve daha baskın yapıyorlar, evin erkeği kaçmış kadın gözaltına alıyor. Haydar Yılmaz işte bu eve geldiğinde yakalanıyor.

Haydar yakalandıktan sonra beni falaka ve elektrik muamelesine aldılar. Benden iş çıkmayınca Haydar’a tekme tokat saldırdılar. O gecenin sabahında poliste yazılı ifade verirken Haydar’ı yanıma getirdiler. Haydar’ın burnunda iki tane parmak gibi tampon vardı. “Doğru ifade ver, yoksa bunu oyarız!..” dediler. Ben de bu söz üzerine, “Bana ne, isterseniz gebertin!..” dedim.

Sorgulama sonunda yazılı hale getirilen ifadenin imzalandığı tarih, İddianame’de Gözaltı Tarihi olarak yazılıyor. Böylece “imzadan önceki süre kayıt dışında” kalıyor.

Ertesi gün Selimiye’de tutuklandım ve Alemdağ’a götürüldüm. Alemdağ’da Günay’la karşılaştım ve olayı kavramaya çalıştım. Bir gece Alemdağ’da kaldık. İkinci gece Selimiye’de Engin Erkiner’le aynı koğuşta buluştuk. Operasyonun İstanbul bölümü Günay’ın yakalanmasıyla başladı. Günay’la aynı günde yakalandım ve tutuklandım. Gözaltında iken Haydar’ın sayesinde falakanın elektriğin tadına baktım. Haydar Yılmaz yakalandığında Günay Karaca, tutuklu değildi, benimle birlikte poliste gözaltındaydı.

Kayseri'deki on milyonluk ve İstanbul'daki üç milyonluk banka soygunu hesabını poliste verdi. Bu bilgiler bizim İddianame’de var. Var olmayan, daha doğrusu benim bilmediğim, soygundan elde edilen paraların değerlendirildiği şirketlerin durumudur. Günay Karaca’yı aklayıp paklayıp salıveren ve beraat ettiren mahkeme “sözü edilen şirketlerin örgütle ilişiği yoktur” diye karar vermiş olabilir. Bu durumda, banka soygunlarından elde edilen paraların değerlendirildiği şirketler Günay’a kalmış olur. Mihrac’dan önce Günay malı götürmüş olur. Şimdi soralım, Mihrac böyle bir serveti Günay’a bırakır mı? Hemen oracıkta kafasına iki kurşun sıkmaz mı? Günay’ı Suriye’de öldürmek başına bela olabilirdi. Öyle ise, “Sınırı geçer geçmez kafasına kurşunu sık!..” demez mi?

12.12.1979 günü akşamı beni sorguya aldılar ve ilk olarak Haydar Yılmaz’ı sordular, tanımadığımı söyledim. Gözlerimi açtılar, Günay Karaca’yı getirdiler, karşıma oturttular. Günay başladı ötmeye, “Her şey bitti. Ankara Kayseri elden gitti. Arkadaşların çoğu öldü. Herkes yakalandı. Yakalanmayan birkaç kişi kaldı. Haydar Yılmaz’ı tanıyorsun. Senin gecekondu evde birlikte yemek yedik, çay içtik. Haydar, örgütün İstanbul sorumlusu. Nerede olduğunu ben bilmem, sen bilirsin. Haydar’ın yerini söylersen, bu işten zarar görmezsin. Hemen işinin başına dönersin!..” dedi. Günay Karaca’yı tanımadım.

Sabahleyin bir daha sorguya aldılar. “Sabaha kadar düşünmüşsündür. Şimdi söyle bakalım, Haydar Yılmaz nerede?..” dediler. “Haydar Yılmaz diye birini tanımıyorum. Bilseydim söylerdim!..” dedim. Başka bir şey demedim. Günay Karaca’yı getirdiler. Adam bülbül gibi ötüyor. Evde yemek yediği günü saati, yediği yemeğin etsiz kurufasulye olduğunu, kaşığın biçimine kadar her şeyi söylüyor. “Hepsi yalan!..” dedim. Günay çok kızdı. “O yalan, bu yalan. Evin duvarında Yüksel’in fotoğrafı var, bu da mı yalan!..” dedi. “İşte o doğru!..” dedim. Yüksel’in arkadaşı olduğumu söyledim. Sorgucular benimle dalga geçti. “Arkadaşı olsaydın cenazesine gelmezdin!..” dediler. 

Akşam beni yeniden sorguya aldılar ve bir fotoğraf gösterdiler. “Peki bu şahısı tanıyor musun?..” dediler. Tanıyordum, tanıdığımı söyledim. “Bunun adı Kerem!..” der demez enseye bir tokat yedim. “Haydar Yılmaz, işte bu ibne!.. Sen bunu bilmiyor musun?..” dediler. O gece sabaha karşı beni bir daha sorguya aldılar. Haydar Yılmaz’la nasıl tanıştığımı sordular. Yaptığım anlatım, Haydar Yılmaz’la aramda bağ kurulmasına engel oldu.

Hergün iki üç defa sorguya alındım. Gün geçtikçe üzerimdeki baskı azaldı. Ama birgün “Bu defa gerçeği anlat!..” dediler. Aynı anlatımı tekrar ettim. Sorgu odasında yaptığım anlatımı dinleyen biri daha varmış. “Bir hikâye de sen anlat!..” dediler. Haydar Yılmaz başladı anlatmaya. “TÖB-DER’de iki sempatizan öğretmenimiz olduğunu öğrendim. Gittim bunlarla ilişki kurdum. Eylemleri üstlendiğimiz bildirilerden iki top bildiri verdim. Bu bildirileri dağıtmalarını istedim. Dağıttılar!..” dedi. Kabul etmedim.

Beni başka bir odaya aldılar. Falakaya yatırdılar. Vurdukça vurdular. Ben bağırdıkça, daha kuvvetli vurdular. Nice sonra, galiba yoruldular. Ayağımı bıraktılar. Bağırtım çağırtım bitti. Göz yaşlarım bitmedi. “Haydar’ın yaptığı anlatım baştan sona yalan!..” diye direttim. Falaka yeniden başladı. Ben bağırdıkça, onlar keyif aldı. Ne olduysa oldu, ayağımı bıraktılar. Falakayı çözdüler. “Nasılsın, iyi misin?..” dediler.

Ayağa kaldırdılar. Nohut gibi şeylerin üzerinde yürüttüler. Önce canım yandı. Sonra hoşuma gitti. Yürüdükçe ayağım canlandı. Uyuşması yanması acısı azaldı. Yürürken duvar diplerini de yokladım. İzleyiciler dinleyiciler vardı. Dumanaltı olmuşlardı. “Dur!..” dediler, durdum. Beni başka bir odaya götürdüler. Giysilerimi verdiler, giydim. Ayakkabılarımı verdiler, giyemedim. Aşağıda, ben ağladıkça hücre arkadaşım Dev-Yol’cu Süreyya Rıza Ardıç ağzıma bir şeyler tıkıştırdı.

“Kerem’i yakalamışlar!..” dedim.

“Belli oluyor!..” dedi.

Gece yarısına doğru, yeniden sorguya aldılar. Sorgu odasında gözlerimi açtılar. Haydar’ı getirdiler, gözleri bağlıydı. Arkadan bir ses, “TÖB-DER’deki bildiri dağıtma işini anlat!..” dedi. Ezberlemiş gibi tekrar etti. Haydar’ı dışarı çıkardılar. Gözlerimi yeniden bağladılar. Elektrik vermeye başladılar. Çırpındım, elektrikten kurtuldum. Telleri bağladılar, bu defa kurtulamadım. Her defasında, ağaç kökleri gibi damar damar kollarım dirseklerimden kopuyor sandım. Elektrik verilirken, ağrı sızı acı korku iç içe geçiyor. Bağırıyorsun çırpınıyorsun ağlıyorsun. Bağlı olsan da, kendini sağa sola öne arkaya atıyorsun. Kaçış kurtuluş yok, bu defa ayak parmaklarımdan bağladılar. Kilitlendim kaldım, “Yalan, yalan, yalan!..” dedim. Beş dakika ara verdiler. Haydar Yılmaz’ı getirdiler. “İkinci öğretmen kim?..” diye sordular.

“Ali Yıldırım sorulsun!..” dedi.

Haydar Yılmaz’ı götürdüler. Bana elektrik vermeye devam ettiler.

Daha sonra, Haydar’ı yeniden yanıma getirdiler. Bana “Şu bildiri dağıtma işini anlat!..” dediler. Anlattım. “Ali Yıldırım ve ben, hiç kimsenin TÖB-DER’deki uzantısı değiliz. Başkasının yazdığı bildiriyi dağıtmadık, dağıtmayız. Eylemi kim yapmışsa, bildirisini de o dağıtsın!..” dedim. Haydar olayı kavradı. “Bunlar oturuyordu, yanlarına bıraktım. Oturdukları yer karanlıktı, görmemiş olabilirler!..” dedi ve tokadı yedi. “Az daha adamı bize öldürtecektin!..” dediler ve tekme tokat meydan dayağı çektiler.

Beni sandalyeden ve telleri elimden çözdüler. Giysilerimin olduğu odaya götürdüler. “Giyinebilirsin, ama ayakkabı çorap giyme!..” dediler. Öyle yaptım. Beni başka odaya götürdüler. Sabaha kadar, ıslak beton üzerinde beklettiler. Sabah olunca hücreye gönderdiler. Hücre arkadaşlarım sevindi. “Kefeni yırtmışsın!..” dediler. Helva ekmek süt verdiler.

Sabah olunca duvarlara dolaplara çarparak eğilerek düşerek sürünerek sorguya götürüldüm. Gözlerimi açtılar. Haydar’ı getirdiler, gözleri bağlıydı. “Doğru ifade ver, yoksa bunu oyarız!..” dediler. Ben de bu söz üzerine, “İsterseniz gebertin!..” dedim. Bu bilgi çok önemlidir. Demek oluyor ki, Haydar Yılmaz yakalandığında, Günay Karaca tutuklanmamıştı.

2010 ilkbahar aylarında, Yüksel Eriş'in kardeşi Hüseyin'e yanaştılar. Hüseyin üzerinden bana ulaştılar. Hüseyin’le birlikte beni Hatay’a davet ettiler. Boyama kitaplarımın hepsini (“1000 takım kitap 40.000.- dolar ediyor!..” diyerek) alacaklarını söylediler. Tehlikeyi gördüğüm için Hatay’a gitmedim.   http://yukseleris.blogspot.com  yayına girdi.

Yüksel Eriş blogu yayına girince, Hüseyin Eriş “Şimdi biz ne yapmış olduk?..” başlıklı yazıyı okumuş beğenmiş ve Ali Fuat Çiler’e söylediğim sözler ilgisini çekmiş. Benden ilk defa söz ettiğinde, Ali Fuat “Ha, o tepedeki öğretmen değil mi?..” diye sormuş. Hüseyin de bana sordu. “Daha önceden tanışıyor muydunuz?..”. Tanışmıyorduk. Böylece, Günay’la ve Haydar’la birlikte benim eve gelen üçüncü kişinin Ali Fuat Çiler olduğu kesinleşti. Mürüvvet hanıma hediyem olsun!..

Hüseyin Eriş ticaretle siyasetle edebiyatla sanatla ilgilenmez. Yüksel’in benden başka hiçbir arkadaşını yoldaşını tanımaz. Kendi geçim derdiyle ilgilenir. Bu son kriz dalgası Hüseyin’i de çok fena vurdu. Bir çıkış yolu ararken, Mihriban abla seçeneği ortaya çıkmış. Mihriban’dan sonra, Mihrac muhabbete karışmış. Benim kitapçıklarla ilgilenmiş. Hatay’dakilere talimat vereceğini ve gerekenin yapılacağını söylemiş. Beni de davet ettiler. Kitap satmak için bile olsa, oraya gittiğimde bunun olumsuz sonuçları olabileceğini söyledim. Daveti kabul etseydim, kitaplarım satılacaktı, ilgide ikramda kusur olmayacaktı, fotoğraflarım helâ duvarına asılacaktı, belki de Asi Irmağı’nda bir karış suda boğulacaktım, yazıklar olsun bana fırsatı kaçırdım!..

Benim “Boyama Kitabı 1-2-3-4”, köleciliğe karşı sanat eğitimi programı gibidir. Ben resimle ilgilendiğim için Resim Programı oldu. İyi bir müzik öğretmeni bunu hemen Müzik Programı yapar. Programın püf noktası, sanat eğitimine tarih bilinci kazandırarak başlamaktır. Sınıf mücadelesi gözden kaçırılırsa, Sanat Tarihi diye bir şey olmaz. Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında edebiyat sanat siyaset güzellik gerçeklik olmaz.

Boyama Kitabı 1’de “Sonsöz, büyük kardeşler için!..” başlıklı bir yazı var. Türk adının anlamı ve Türkiye Tarihi’nin ösü özeti ilk defa orada gerçek anlamıyla açıklanmıştır. Kölecilerin yazdığı yalancı tarih bilgilerini çöplüğe attım. Köleciklerin gözüyle ve güncellenmiş bilgilerle yeni bir tarih yazdım. Keçiyolu gibi birşey oldu ama varsın öyle olsun. Yeter ki, doğru yol olsun. 

Anadolu’yu birleştiren bütünleştiren ilk devlet Çorum’da Hattuş’ta kuruldu. Makedonya Kralı İskender, boyun eğmiş kralları sayarken, Amasya’da Pontos Krallığı kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’na kuruluş yıllarında öncülük yapan iki savaşçı, Ali ve Bektaş, Amasyalı Baba İlyas’ın yoldaşlarıydı. Osmanlı’ya başkaldıran Celali isyancılar Tokatlıydı. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini Amasya'da attı. İşte bu yörenin yerli halkı, kendi adını verdi Anadolu’ya. 4.500 yıl önceden 2.500 yıl önceye kadar 2.000 yıl boyunca Hatti Ülkesi adıyla anıldı Anadolu.

Hatti Ülkesi’nde üretim on beş bin yıl önce başladı. Toprağı eşeleyip ilk buğday tanesini eken kadın yurttaşımız ektiği tohumların yeşerdiğini görünce toprağın doğurganlığına inandı. Avcı toplayıcı kurnaz erkek, üretici olmayı başarmış kadını çok sevdi ve kadının kucağına yırtıcı hayvanları bıraktı. Toprak Ana’nın kucağında yırtıcı hayvanlara bile yer vardı. Buğday üretimi yetmeyince nohut mercimek üretimi başladı. Üretimin gücüne inanmış kadın ile avcı toplayıcı kurnaz erkeğin yolları ayrıldı. Kadın önce havlayan hayvanı evcilleştirdi, ardından inek tavuk kaz ördek koyun keçi geldi. Üretim süreci başlayınca insanlık kavramı ortaya çıktı. Avcılığın toplayıcılığın değeri azaldıkça  erkek öfkelendi ve derin derin düşünmeye başladı. Olayları olguları anlamaya açıklamaya çalıştı. Din adamı ve kabilede kral olmayı başardı. Avcılık toplayıcılık birgün bitecek, kadın erkeğe egemen olacak, gibiydi!..

Beş bin yıl önce çömlekçi çarkı döner dönmez, köleci düzen ilişkilerini getirdi dayattı. 4.000 yıl önce demirci körüğü, demirden balta bıçak kama gibi kesici delici aletler yapılmasını sağladı. Elinde baltası bıçağı kaması olanlar, olmayanları zorla köle yaptı. Köle olmayı kabul etmeyenler de ateşe sarıldı, kölecileri cayır cayır yaktı. Köleciler yandaşlarıyla birlikte dağlara uzaklara kaçtı. Dağlara kaçanlar, yaşamın dışında kaldı. Dağda yaşarsan, dağ adamı olursun, gecenin karanlığını aydınlatan ay tanrı Arma’ya inanırsın, inandığın tanrının adını alırsın. Arma’dan Armana’dan soy boy kavim kabile çıkartırsan, dostu düşmanı ayıramazsın. Irkçı ayırımcı ayrılıkçı olursun ve “soykırım” edebiyatı yaparsın. Sen görmeyebilirsin ama, İsa’dan sonra din adamları gerçeği gördüler. Kölecilerin dünyasında hak hukuk adalet merhamet yoktu. Onlar da kaçtılar, dağların doruğuna yerleştiler. Dağdakilerin bir bölümünü eğittiler. Arma’ya inanan dağ adamlarını, Ortodoks Hristiyan yaptılar. Dağdan düze inenler, Osmanlı bayrağına bağlı kaldılar. Ve birgün, İngiliz Fransız Rus sömürgecilerin özgürlük yalanlarına inanmış ırkçı ayırımcı ayrılıkçı hristiyan akılsızlar, müslümanların ciğerine ihanet bıçağı gibi girdiler. Dünya Savaşı koşullarında ve ülke içinde sürgün edildiler. Ötesi yalan!.. 

Türk adı, soy boy kavim kabile ırk belirtmez. Türk adının başındaki T, ata sözcüğündeki t’dir, baba anlamına gelmektedir, tanrı babayı anlatmaktadır, tanrı baba kölecidir. Türk’ün t’si zalim zorba köleci demektir. Türk adındaki R, tanrı babanın büyüklüğünü, K sesi etki alanını belirtir. Türk ve Kürt adının anlamını kavrayabilmek için 5.000 yıl önceye gitmek gerekir. 5.000 yıl önce çömlekçi çarkı icat edilince toplumsal ayrışmanın çatışmanın başladığını ve 4.000 yıl önce Anadolu’nun baştan başa niçin yakıydığıhı bilmezsek, dünyayı ve olayları kölenin gözüyle görmezsek, Kürt adının anlamını açıklayamayız. Kürtler adını yaşadıkları yerden dağdan doruktan almıştır. Türk veya Kürt olmak için, soy boy kavim kabile ırk ayırımı yapmak gerekmez, toplumsal ayrışmanın çatışmanın tarihini bilmek gerekir.

Çitil adının anlamını araştırırken ç sesinin küçülme eki olduğunu gördüm. Türkçe sözcükler sonek alarak yeni anlamlar kazandığı halde, çitil sözcüğünün sonek ve önek alarak anlam kazanması kural dışıydı. İki küçültme ekinin arka arkaya gelmesi uygun olmazdı. Öyle ise, çitil sözcüğünün ortasındaki t’nin önek ve sonek alarak yeni anlam kazanması dikkat çekici olmalıydı. Ekrem Akurgal’ın “Hatticenin Hint-Avrupa ve Sami dillerinden tamamiyle değişik, kendine özgü bir dil olduğu saptanmıştır. Özellikle prefix, yani önek kullanan bir dildir. Örneğin çoğul eki, kelimenin başına geliyordu. Söz gelimi şapu tanrı demektir. Wa ön eki ile Waşapu tanrılar, anlamına geliyordu!..” sözü (Hatti ve Hitit Uygarlıkları, s.2) düştü aklıma.

Çitil sözcüğündeki ç sesinin başa gelmiş küçültme eki olduğunu görmek yeterli olmayabilirdi. Çingene adının başında küçültme eki olması da kimseyi ilgilendirmezdi. Bilge Umar’ın kesin anlam açıklaması yapmadığı Çağa sözcüğü göz kırptı. Çağa sözcüğünün başındaki ç sesi de küçültme ekidir. Çağa, ağa-cık demektir. Çağa sözcüğü söylenirken boğularak yutularak -ğa biçimine dönüştürülen sesin, ya biçiminde söyleyişe ulaşmak isteyen ses olduğu görülür. Bu ise, Toprak Ana'nın beslediği yerleşimciğin gölcüğün tepeciğin adı olabilir. Ama daha önemlisi, çağa çoluk söyleyişinde bile ç sesi, küçültme görevi yapıyor. Çingene adının başındaki ç sesi de küçültme eki olarak ortaya çıkıyor. Demek oluyor ki, çağa çatal çitil çarık çete çingene sözcüklerinin başındaki ç sesi önek olmaktan öte anlam taşıyor. Çingene’lerin Anadolu çocuğu olduğunu gösteren kesin kanıt oluyor. Çingeneler dışardan gelmemişse, Türkler veya Kürtler dışarıdan gelmiş olabilir mi?

Türkiye’nin güncel gerçeklerini görmek için, çağa çoluk çatal çitil çarık çete çingene adının başındaki ç sesi, altın anahtardır, el feneridir, maymuncuk gibidir. Köle ve köleci aynı dili konuşur, o bakımdan dil şu veya bu sınıfa ait değildir. Diller arasında sınıf savaşı olmaz. Ama her dilin kendi içinde sınıf savaşı vardır. Sınıflar sözcüklerle kavramlarla savaşır. Dış kapıyı bekleyen hayvana niçin it adı verilmiştir veya niçin it adının yanına bir de köpek adı konulmuştur?

Dört bin yıl önce Anadolu yakıldıktan yıkıldıktan ve köleciler bozguna uğratıldıktan sonra ortaya çıkan azcık akıllanmış kralcıklar, Kral’la Kraliçe’yi aynı yetkilerle donattılar ve Toprak Ana ile baba tanrı Atta’yı evlendirdiler. Toprak Ana ve baba tanrı Atta birçok yerde aynı tapınağı paylaştı. Köleciler ordu kurmayı başarır başarmaz baba tanrı Atta gerçek yüzünü gösterdi ve Toprak Ana’yı tapınaktan dışarı attı. Kölecilerin egemen olduğu her yerde Toprak Ana aşağılandı dışlandı. Köleciliğe karşıt olanlar da kölecilerin tanrı babası Atta’yı aşağıladı dışladı. Atta’nın adı, dış kapıyı bekleyen hayvana verildi. Böylece, it adı ortaya çıktı. 3.000 yıl sonra, Amasya’da Baba İlyas kalenin burçlarına bayrak gibi asılınca, dış kapıyı bekleyen itler, Konya’daki Selçuklu Sultanı Gıyas ed din Keyhusrev’in veziri Saadeddin Köpek’ten köpek adını aldı.

Dört bin yıl önce Anadolu'da konuşulan dillerde, sıcaklık ve ateş anlamına gelen bir “ale” sözcüğü vardı. Daha ilginç olanı, Toprak Ana’ya inanmış insancıkların bir de Ale Bayramı vardı. Yaz geldi sıcak bastı haydi bayram yapalım diye anlamsız amaçsız bayram olmazdı. Elinde baltası bıçağı kaması olan zalim zorba köleci takımını yaktık yıktık bozguna uğrattık diye bayram olurdu. Bu bakımdan, kölecileri yandaşlarıyla birlikte yakarak bozguna uğratanların bayram yapması kaçınılmazdı. Öyle ise, Ale Bayramı 4.000 yıl önce doruk noktasına ulaşan toplumsal ayrışmanın çatışmanın armağanıdır. Doğaldır ki, bu ayrışma çatışma güncellenerek devam ediyor. Aleviliğin “Alicilik” olmadığı açığa çıkıyor. Bin yıllık kardeşlik güzellemesi yapanlar, asıl kardeşliği gözden kaçırıyor.

Yüksel’le aynen böyle tartışmalar yapardık, tartışa tartışa birbirimizi gözünü açardık. İlk açıştan sonra aynı kavrayışa ulaşırdık. Sadece evlilik konusunda görüşbirliğina varamamadık. Yüksel “Devrimciler evlenmesin!..” diyordu, ben bunu kabul etmiyordum. Yüksel haklı imiş!..

Özetlersek: Yüksel Eriş devrimciydi. Türkçü Kürtçü Arapçı ırkçı ayırımcı yalancı dolancı değildi. Apo ile Yüksel görüşmedi, ben görüştüm. Yüksel bomba yaparken ölmedi, patlamadan sonra oluşan ortamda öldürüldü. Yener yapıyormuş, Yüksel bakıyormuş, ne olmuşsa olmuş, yapan ölmemiş, bakan ölmüş. Hain hırsız arsız edepsiz casus katil pislikler, Yüksel’lin gölgesine sığınmak için, “Yüksel yoldaş” edebiyatı yapıyor. “Yüksel öldü mü, öldürüldü mü?..” diye sordum, Yüksel’den sonra “örgüt lideri” olduğunu söyleyen sersem tavuk cevap veremiyor. Her şeyi biliyor, Yüksel’in niçin öldüğünü bilmiyor!..

Türk geleneğine göre, savaşta esir düşmüş düşman askeri misafir sayılır. Yaralanmış düşmana her türlü yardım yapılır. Yüksel’e de yardım yapılmıştır. Hastane bahçesinde kan vermek için bekleyen iki yüz kişi varken, Yüksel’in kan kaybından ölmesi sağlanmıştır. Yüksel öldüğü veya öldürüldüğü için, Mihrac Ural’ın yolları açılmıştır. İşte o yüzden, “Yüksel Eriş öldü mü, öldürüldü mü?..” diye sordum. “Örgüt lideri” cevap veremiyor. “Yazı!..” dese olmuyor, “Tura!..” dese olmuyor, “Dik geldi!..” dese hiç olmuyor. Öyle ise, bir soru daha sorayım, Mihrac Ural’a yolları açan kimdir?..

Karadenizli devrimciler uyanıktır. Yüksel’in ölümü ile ilgili doğru bilgi mutlaka bir yerde vardır. Ama o bilgi aranmadığı için zulada duruyordur. Yüksel’in cenazesinin hastaneden kaçırıldığı ve polis marifetiyle alınıp yeniden hastaneye getirildiği bilgisi Yüksel’le birlikte geldi. Kaçıranların kim olduğunu bilmiyordum. Bu kaçırma olayını KSD’lilerin dayanışma için yaptığını Sadık Varer yazdı. Ertan Sarıhan’ın Karadeniz’de izi tozu kalmışsa gerçek açığa çıkar. Yüksel’in niçin öldüğünü bilen biri gerçeği yazar!..